25 Eylül 2010 Cumartesi

"güneş ve ay"

unuturum diye yorma kendini
öyle kolay değil unutmazsın derken,

çoktan unuturdum ben seni çoktan
ah bu şarkıların gözü kör olsun derken,

durup bir düşündü zerdüşt.

doğmayacak güneş için ettiğim dua neden diye.

madem güneş yok.

gecedir bundan sonra yarim.

ay için dua ederim.
öyle yarım değil hee
dolunay için dolu dolu.

gecenin dinginliğinde yenilerim kendimi.
yıllardır gözümü alan güneş ve terleten sıcaklık yok artık.

olmayacak bir daha.


üzülmek mi? hadi canım! ben mi?
neden ki?

biraz karanlıkta kalmak benim de hakkım.
güneş eski tadında değil ki.

kanser oluyor insan biraz yanayım derken.
kör oluyor insan biraz bakayım derken.

eskidendi dostum eskidendi.

güneş doğaldı. atmosfer tazeydi.

sonra yalanlar oyunlar.
delindi atmosfer.

öldü fesleğeneler.
gelmiyor burnuma kokuları artık.

gecenin sessizliği güzel.
oyun plan hesap yok.

cırcır böceklerinin tatlı telaşında
ateş böceklerinin romantizminde

huzur var dedi sadece zerdüşt.

huzur...

20 Eylül 2010 Pazartesi

" Bebek olmak =) "

Metrodaki izdihama ortak olmuş zaten yürüyen merdivenlerde yürümeye çalışıyordum. Sanki ucunda bir ödül varmışçasına birbirine çarparak, önüne geçerek koşan onlarca insan...

Ancak zirveye çıktığımda karşılaştığım biri vardı ki onun dünyası bambaşkaydı. O bir bebekti. Babasının göğsüne askılarla astığı ve aynadaki aksine gülümseyip el çırpan bebek. Anne ve babası hayatın tüm koşturmacasını boşverip doğru olanı yapıyorlardı. Bebek oluyorlardı =)

Koşmayı bırakıp öylece durdum. Sadece seyrettim. Bebeğin gözlerindeki mutluluk uzun zamandır aradığım, belki de anlamını çözmeye çalıştığım mutluluktu. Saf, katıksız, hesapsız sadece anı yaşayarak mutlu olmak.

Uzun zamandır anlamını unuttuğum bu kavramı hayata daha yeni gelmiş bir çömezden öğrenmek normalde olsa koyardı ama bu defa başka. Bu defa Tanrı'sal bir nesneydi o çömez. Neden mi, çünkü Tanrı'nın yanından henüz ayırılan bir canlı o. Tanrı'nın kokusu hala üzerindedir. O nedenle kutsaldır bebekler. O nedenle hayatın pahasına korursun onu. Savunmasızdır çünkü. Tüm canlılara sonsuz güven duyar çünkü. Dedim ya Tanrı gibi hala insanlardan umudunu kesmemiştir çünkü.

Tagore'un da dediği gibi "Her doğan bebek, Tanrı'nın insanlardan umudunu kesmediğinin göstergesidir".


Bununla birlikte otobüste ona sarılan 5 yaşındaki ağabeyini öpen minik bebek de düşüncelere dalmama neden oldu. O kadar saf ve içten öpücüklerdi ki onlar. Hiçbir sevgilim beni öyle derin, öyle ilahi öpemedi. Sanki dedim ya Tanrı'yı görüyorsun o an. Öyle saf öyle temiz. Minicik sarı kafalı bebek. Onu öpüp mıncıklamayı çok istedim ama uzağımdaydı ve günümüzde pek hoş karşılanmıyor bebek sevmek. Hele bıyıklı ve "çivili" bir amcaysan =))

Son olarak bahsedeceğim bebek insan bebeği değil. Köpek bebeği=) O kadar tatlı bir yavruydu ki anlatamam. Ayağımın dibinde durup bakıyordu. Aldım kucağıma ve sarıldım. Yumuşacık tüyleri huzur verdi o anda. Ona kondurduğum öpücüğe verdi tepkiyse tüm dertlerimi o gün unutturdu. Yüzümü o minicik diliyle yalaması sevgiyle yaklaştığında sana nasıl sevgiyle karşılık verilebileceğinin kanıtıydı. Bunu insanlardan beklemek sadece bebeklerden beklemek mümkün. Bu minicik yavru kucağımda uslu uslu otururken sıcaklığı uzun zamandır hasret kaldığım o sevginin sıcaklığını hissettirmişti bana.

Gerçek sevgi nedir diyenlere yazdım bunu belki de. Bebek olmaktır gerçek sevgi.

Bebeklerin sevgisidir. Köpek yavrularının sevgisidir.

Küçücük yüreklerine sığdırabildikleri o kocaman sevgilerdir gerçek sevgiler. Kocaman yüreklerin içindeki yalancı ve nemli kuytu sevgiler değil..

Yolda gördüğüm ilk bebeği öpeceğim kucağıma alıp bugün.

Kendime söz verdim=)

Korkmayın baba olmayı henüz düşünmüyorum. O kadar da değil.

Araba sürmek için illa araba satın almak gerekmez. Değil mi=))

Görüşmek üzere..

18 Eylül 2010 Cumartesi

"Couldn't be much more from the heart .."

Never opened myself this way
Life is ours, we live it our way
All these words I don't just say
And nothing else matters
Never cared for what they do
Never cared for what they know
But I know..

Bu şarkı açtı zihnimi, bugün. Gerçekten de sözlerde dediği gibi kimin dediği ya düşündüğü umrumda değil.. ..ama biliyorum. James'in elektro solosunda diken diken olan tüylerim ve bir şarkının bu kadar ince ince insanın içine işlemesi farklı hisler doğurdu içimde.


Aslında ne kadar uzak olursan o kadar yakın olursun bazen. Uzaklaşma isteği aslında yakınlaşmak mıdır ki? Hem evet hem hayır. Bir zamanlar için evet derdim ama artık demiyorum. Eskiden uzaklaşırdım daha yakın olabilmek adına. Tabii ki kolay değil bunu başarmak. Diğerlerinin ne dediğini umursamadan, sadece içinden gelen sesi dinleyebilmekle ancak mümkün. Yalancı gülüşlere, geçici eğlenceler ve konforlara kanmadan... Kimseyi suçlayamam insan rahatına düşkün bir canlıdır. Aynı oranda da nankör. Anında unutur önceki hayatını. Daha rahatsa, daha huzurluysa. Huzur kavramı da kişiden kişiye değişir. Hee gelelim esas meseleye.


Daha mutluysa.. En önemlisi.

Ancak mutluluk aynı ayakkabı gibidir. Rengine, şekline modeline aldanırsın. Bu algın nedeniyle ilk giydiğinde çok rahat olduğuna kanaat getirirsin. Aradığım buymuş, daha öncekiler ayakkabı değilmiş dersin.

Biraz zaman geçer. İnsanların ayakkabını beğenmesi, sana imrenmesi egonu okşar. Nerden buldun çok güzel vesaire demeleri seni kendini dev aynasında görmeye iter.

Halbuki yolda normalden biraz daha uzun bir süre yürüyünce ayağını vurduğunu hissedersin o ayakkabının. İlk zaman konduramazsın. Yok dersin eskiler de böyleydi zamanlar genişler, açılır. Ancak her ayakkabı aynı esneklikte olmaz.

Ayağını vurur. Giyememeye başlarsın. Yürümeden, araba üstünde seyahat eden bir bünyeysen eyvallah lafım yok. Hee ama ayakları yere basan biriysen işin zor demektir.


İlk zamanlar tatlı gelen yenilik hissi zamanla kendini pişmanlığa bırakır. Eski ayakkabılarını çıkarırsın o pis dolaptan. Giyersin. Ayaklarının alışık olduğu ayakkabıdır o. Giydiğin anda biz huzur kaplar içini. Ayakların derin bir nefes alır. Sen de..


Ancak eski ayakkabıların eski, pis, sıkışık dolapta üst üste durmaktan ezilmiş ve yıpranmıştır. Eskisi gibi değildir. Kıymetini bilmediğin o ayakkabılar gene de ayağını kavrar. Yağmurdan, kardan, soğuktan, gün gelir camdan, çividen korur.


Yenisini denemese aklı kalacak olan insan kişisi ise denediği için kısmen pişmandır ama sonuçta insandır. Denedim sonuçta zorla değil ya. Atarım dolapta durur. Gün gelir ayakkabım çıkıverir yolda ayağımdan, kaybederim, yırtılır, alır onu giyerim der. Zira ayakkabısız dolaşamaz insan. Yeni bir ayakkabı almadan, eskisini çıkarmaz. Hatta yenisini almaya ayağındaki eski ayakkabılarla gidecek kadar da arsızdır.


Ayakkabı olmak zordur bu yüzden. Ayakkabı olmadan da ayakkabıları anlamak zordur.


Öte yandan, bu bir genelleme değildir. Yeni ayakkabılarıyla mutlu olan da yok değildir. Vardır tabii. Ancak eski ayakkabıları giyilemezken alanlardır onlar. Koleksiyon yapanlar değildir. Ya da bir tane yedekte bulunsun diyip birini ayağında birini dolapta gün gelir kullanırım diye tutanlar değildir.


Ayakkabı olmak zordur işte.


Derdini anlatamaz kimseye. Herkes eskidin tabii alacak yeni ayakkabı der.

Sense durumu kabullenmekten başka bir şey yapamazsın.

Ayak oyunları lafı belki de buradan çıkmıştır ne dersiniz.

Sen onu camdan, çividen, soğuktan, kardan, çamurdan korusan da o yeni ayakkabısına en rahat ettiğim ayakkabım sensin diğerleri ne adiymiş demeye devam edecektir.

Bilsem zamanında yırtılırdım ayağına bir çivi batırırdım demeye başlarsın gün gelir. Şaşarsın kendine. Zamanında uğruna kendini her pisliğin içine attığın, ona çamur damlası gelmesin diye çamura bulandığın insan senden bu şekilde bahsediyor diye.

Ayakkabısındır ve pisliğe batmaya devam edeceksindir. İnsanlar değişse de nankörlükler ve bencillikler aynıdır aslında.

Zamanla tüm insanlar birbirine benzer. En çabuk da kötülükler konusunda.


Her şeyi zamana bırakıp yakınlaşmak için olmasa bile uzaklaşmak gerekir o nedenle. Dolapta beklemenin faydası olmadığını bilip, artık başka insanları pisliklerden koruman gerektiğini bilirsin ama bir gün pis ve karanlık bir dolaba atılmak riski her zaman var olmuştur ve var olmaya devam edecektir.

Neden mi? Karşındakinin adı değişse de cinsi değişmez. Huyu değişmez.

Beklenen final her daim gerçekleşmiştir, gerçekleşmeye devam edecektir.

Umutsuz olma bu kadar dediğinizi duyar gibiyim. Ben de size şunu diyorum o halde "bu kadar iyimser olmayın".

Gerçeklerle yüzleşin ve üstesinde öyle gelmeye çalışın.


Ayakkabı olmayı ben seçmedim ama karanlık dolapta kalıp kalmamak benim elimde...

Görüşmek üzere...

17 Eylül 2010 Cuma

"I don't hate people, i just feel better when they aren't around."

Ne güzel demiş Bukowski.
Bende bu aralar aynen böyle hissediyorum.O people ın içinde person'lar da var tabii.
Ancak sözün hakkını verip inzivaya çekilme vaktinin geldiği günlerdir tecrübeyle sabit.

Onlar hep etrafta olmaya devam edeceklerine göre benim etrafta olmamam daha mantıklı ve kısa vadede işe yarayacak bir çözüm gibi duruyor.

Bakışlarımın bile değiştiğini söylüyor son günlerde dostlarım. Ruhum değişmiş bakışlarım değişiyor çok mu! Ancak ne yönde ve nasıl değiştiğini sormayın vallahi bende bilmiyorum.

Siyasi gelişmeler, Kılıçdaroğlu'yla aynı kaderi paylaşmak ve nicesi. Yetişemedim sandığa o anlamda aynı kader. Yoksa Recep Bey'le kapışmak gibi bir taktiksel hataya düşmem.

Kendini dinlemenin vakti geldi der ya bir şair. Bilmiyorum hangisi sormayın mevzu o değil zaten. Durup kendinizi dinleyin dostlarım. Ya da eskiden dostum olanlar. Konuşmayın sadece kendinizi dinleyin. Neden mi? Karşınızdakini dinlememekte inat etmeye devam ettiğiniz için. En azından egonuzla mücadele etmek zorunda kalmayıp sizi sizinle bırakırım bu cehennemde.

Yapılanlar, yaşananlar, görülenler, görülmek istenenler ve hayal kırıklıkları artık hepsi yetersiz gelmeye başlıyor bir saatten sonra.


Hayatın anlamını aramaktan ya da bulmaktan söz etmeyeceğim merak etmeyin. Hayatın anlamıyla hiç işim olmaz zira bir anlamı yok bence. Anlamlı olmak zorunda da değil. Bir kek gibi düşünün. Her yaptığınız keke bir anlam yükler misiniz ?


Tanrı için bu dünya olsa olsa bir kek. O da her yaptığı keke anlam yükleme telaşına düşmeyecek kadar meşgul bence.


Şeytana gelecek olursak. İnsanları umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklemek için, bir anlam uğruna ömrünü tüketen ve koca bir hiçle karşılaşan insanlık tarihinin en büyük beyinlerinin nasıl çaresizlik içinde azalarak bittiğini görmek için anlam kavramını dünya olgusuna ittirmiştir. Bu benim fikrim. Şeytan uğraşır ancak böyle boş işlerle çünkü. Boş vakti bol olanın boş işi  de bol olur demiş bir düşünür. Yalan! Ben uydurdum vallahi şimdi.


İşte anlam üretmek ve tüketmek bu kadar kolay. Ben size böyle bir söz uydurup, asırlar öncesinde bir büyük beynin ürettiğini ve buyruklarını takip etmenin hayatı kolaşlaştırıp anlamlı kılacağını söylesem kaçınız bana karşı çıkardı.

Hiç.


Kafanız karışmasın dinlere sataşmıyorum bu cümlemle. O kadar cesur değilim. Henüz.

Kısacası çoğu şeyin aslında bir anlamı yok. İnsan dışında. İnsanın her daim bir anlamı vardır. İnsan kendi anlamını kendi yaratır çünkü. Yaratabilme yetisine sahiptir. Tanrı'yı oynayabilen tek canlıdır belki de bu yüzden. Bu yüzden kendi türünü yok etme hakkını kendinde görüyor. Ya da yaratma hakkını.


Tüm bunları düşünmemin tek nedeni Bukowski değil. Üzgünüm Charlie=)
Kendi dertlerinize boğulup, anlam arama telaşında hayatın anlamı, hayatın önemi diye diye kendi öneminizi, insanın önemini unutuyorsunuz. Bunu hatırlarmaktı amacım. Toplulukların, grupların bir önemi olmadığı. İnsanın tek başına bir anlam olduğunu. Bazı reprodüksiyon felsefi teoremler, zorlama neo-akımlar bokumlar ve konjonktürel global lümpen sıfatların devir değiştikçe hiçbir anlam ifade etmediğini, çünkü anlamı bizim yarattığımızı, biz istemediğimiz anda da o çıkardığımız anlamları yok edip, o kavramları anlamsızlığın odağına oturtabilecek kadar "nankör" ve bir  o kadar da yaratıcı olabildiğimizi fark ettiğimiz gün biraz yalnızlığın ve dinginliğin insana ne kadar iyi geldiğini gözle görülür şekilde hissedeceğiz.

Çok sıkıcı bir yazı yazdım evet ama kalem ruhun dilidir. Halet-i ruhiyem ne ise arz-ı halim odur. Kusuruma bakmayın.
Yarın öbür gün neşeli bir anımda yazarım. Hep birlikte güleriz.

Bu yazının da bir anlamı olduğunu mu düşünüyorsunuz hala?
O sizin anlamınız. Ne isterseniz o çıkar;

Görüşmek üzere...

15 Eylül 2010 Çarşamba

"Anger is one letter short of danger"

Bu lafı geçen gün bir arkadaşımın evinde masanın üzerinde gördüm. Bir not defterinin üzerinde kocaman kırmızı harflerle yazıyordu. Türlü düşüncelere dalmama neden oldu. Gerçekten de tehlikeli düşünceleri körükleyen şey kızgınlık haliymiş. Çok kızgın zamanlar geçiriyorum belki de. Belki de daha fazla haksızlık kaldıramayacak bir durumdayım. Susmak, sabretmek, olgunluk göstermek ve empati. Bunların hepsini sıradan geçiren ben artık bir Budist kadar sabırlı olduğuma kanaat getirdim. Askerliğin de faydası oldu sabırlı olmama zira sabrı zorlayan çok olay yaşıyorsunuz askerken. Hayatım değişik bir şekilde akmaya devam ederken ben artık daha fazla bir şeylere katlanmamaya karar verdim. Bilinçli bir şekilde mi? Hayır. Sanmıyorum. Belki de.

Ancak masalın çirkin ördek yavrusu olmak uzun süre eğlenceli olmayabiliyor. Hayatımın çoğunda bu rolleri üslendim zaten. Anaokulunda başladığım ve ara ara devam ettiğim tiyatro serüvenimin ilk oyunu olan "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" de bile ne prens oldum ne kral. Ne miydim?

Hayır canım o kadar da değil cüce olmadım. Avcıydım. Zalim, dayanıklı ve umarsız görünen ama bir o kadar da hassas ve vicdan sahibi olan avcı. Tabii insanlar hep katil gözüyle bakarlar. Ta ki avcı prensesi öldürmek yerine bir tavşan öldürüp kötü kalpli kraliçeye onun kalbini götürene kadar. Ancak gene yaranamaz avcı. Adı avcıya çıkmıştır bir kere çünkü.

Hiçbir zaman prens olmaya çalışmadım şu kısacık hayatımda çünkü olmayacak hayaller umutsuzluğun habercisidir. Ancak cüce de olmadım. Olduramadılar deneseler de ki çok az denediler. Prensesle mutlu bir hayat sürmek olmadı ki gayem. Prensesi kurtarmaktı sadece. Tabii o anladı mı bunu izleyicilere sormak lazım. Çünkü sonunda kötü kalpli kraliçe tarafından idam edilme en iyi ihtimalle zindana atılma riski vardı.

Prensesle geçirdiğin vakit sana kendini prens gibi hissettirebilir ya da etraftaki cüceler öyle sanabilir. Ancak avcı her zaman avcı olduğunun farkındadır. Prens olmak gibi bir şeyin ona ne kadar uzak olduğunun ve prensesin isteklerini asla karşılamayacağının, yaptığı tüm fedakarlıkların asla anlaşılamayacağının ve prensesin asla tatmin olmayacağının hep farkındadır. Kimse olmasa da avcı avcı olduğunu asla unutmaz. Prensesi kurtarmaktır onun görevi. Görevini tamamlar ve sonrasını prensese bırakır. Prenses de her masalda olduğu gibi beyaz atlı prensine gider. Avcıya kuru bir teşekkür edip. Avcı neyse ki prenseslerin vefasızlıklarına alışıktır. Karanlık orman yolunda atıyla kaybolur ve şatosuna geri döner.


Kim "hayat, masallardaki gibi değil" demişse halt etmiş. O senin baktığın yere göre değişir halt eden dostum. Sen prens değilken prens rolüne bürünüp hayatına oradan bakarsan hayat tabii ki masal değildir. Ancak avcı ya da cüce de olunabildiğinin farkına varırsan hayat aynı masallardaki gibidir.

Hee unutmadan. Her masal aynı sonla bitmez. Her zaman aynı masal da aynı sonla bitmez. Baktığınız yere göre değişir. Her seferinde başka yerden bakın farkı görün. Sürprizlere hazır olun...

Bu ilk denememdi. Sürç-i lisan ettiysem affola. Affolmazsa da ulaşın bana bir bira ısmarlıyım ödeşelim;)
Görüşmek üzere...

14 Eylül 2010 Salı

"Bu Kış"

Sabahın puslu ayazında
Hayalin ısıttı beni
 
 
Hayalin de güzeldir hani
Gerçeğinin hayal olduğu kadar
 
Özlemişim seni
Üşüdüm çünkü
 
Bu kış
Hiç olmadığı kadar...

"Sende Kalsın"

 
bırakma

ruhun sende kalsın

aklın sende kalsın

boşver

çok ihtiyacı olan varsa

o gelsin

senden alsın..