29 Aralık 2020 Salı

Kadın

 Yıllardır buraya uğramamıştım. Bir şişe ucuz şarap mı ikna etti beni bilemiyorum ama geçerken uğramak istedim:) Çok değiştim, çok değiştik. Büyüdük, eskidik ama yazmaya dair ateşimiz sönmedi. Biz derken ben ve içimdeki ben. 

Yıllar önce yazdıklarıma baktıkça, aşklarım, tutkularım, öfkelerim ve kırgınlıklarım, yüzümde bir tebessüm yarattı:)

Fazla heyecanlı ya da fazla melankolik hallerim minik utançlar doğursa da o yıllardaki heyecanım ve tutkum şu anki olgunluğumla her kavgaya gözünü kırpmadan girermiş diyorum.

Geçmiş hukukumuzdan ötürü yumuşak girizgâh yaptım ama öfkem geçmiyor. Bugün üç kadın öldürüldü. Üçünün de hayalleri ve umutları vardı. Belki de büyük belki de küçük. Kimi öğrencilerine daha fazla ne öğretebilir, geleceklerine nasıl daha fazla katkıda bulunabilir, onun telaşındaydı. Kimi de akşam ne yemek yapsa da ev ahalisi ona biraz müteşekkir olur, belki biraz sevgi gösterir diye kücük ama önemli kaygılar güdüyordu. Bilemeyiz ama tahmin edebiliriz.

Bu ülkede kadın cinayetleri neden önlenemiyor?! Neden caydırıcı cezalar verilemiyor?! Neden birileri kollanıyor?! Bilemiyor ama günden güne yitirdiğimiz canların acısı ve öfkesi içimizde büyüyor. Arkalarında kalan acı feryatlar ve belki de masada kalan yıkanmayı bekleyen kirlenmiş tabaklar ya da kenarda tekrar giyilmeyi bekleyen kıyafetler gibi az sonra ne olacağını bilmeden, o anın son günü olduğunu asla bilmeden plan yapmaya devam eden insanların bu haksız yok oluşlarının verdiği hüznün tarifi yok! Kime üzülüp, kime kızacağımızı, kimin ölüm yıl dönümünde, kimi anacağımızı şaşırmış ama çokça öfkelenmiş ve sabrımızı yitirmiş durumdayız. 

İçimizdeki bu isyanı nasıl bastırsak, nasıl bu ölümlere engel olsak, artık ne yapsak bilemiyoruz. Tek bildiğimiz, artık bu cinayetlerin son bulması. Kadın cinayetlerinin politik olduğunu kanıtlar nitelikte bir vurdumduymazlık rüzgârı esiyor. Hala "kim bilir adamı çıldırtacak nr yaptı da adam bunu yaptı" diyecek kadar kötüsünüz, kötüyüz! Buna engel olmadıkça, biz de bu ölümlerden sorumluyuz. 

Biz, aşkımızı reddeden kadınlara en fazla kadeh kaldıran bir neslin çocukları olarak, bu öfkeye, bu şiddete artık anlam veremiyoruz! Bu eril dil ve beslendiği sistem, daha ne kadar potansiyel katil yetiştirecek, kaygılıyız. 

Geçmiş zamanda Cemal Safi;

 "Bir yaprak sararıp dalından düşse
  İçim ezilir, 
  Duygumuz vardır.
  Bir karınca yuvasını kaybetse
  O gece yatamam
  Kaygımız vardır.
  İster Afrika'da bir garip zenci
  İster Kutuplar'da bir Eskimo genci
  Madem ki insandır
  Saygımız vardır." diyorken, bugün ne ara bu eşiği geçtik diye düşünmeden edemiyorum.

Saat 05:40 ve ben uyumak yerine, içimdeki öfkeyi, yazarak atmaya çalışıyorum.

Geçmişte bilerek ya da bilmeyerek üzdüğüm, kırdığım tüm kadınlardan özür dilemek istedim sadece. Kadın olmanın ne meşakkatli bir yol olduğunu olgunlaştıkça anladım. Kadınları kadınlardan anladım. Erkek aklı yetmiyor zira.

İçimde minicik bir huzur varsa bu gece, o da vicdanımdır. İyi ki tanımış, iyi ki sevmişim dedim. Hayatıma dokunan tüm kadınlara minnet duyduğumu bu gece bir kez daha hissettim. Hepsi bir şeyler öğretti. Kimi sevinmeyi, kimi üzülmeyi, kimi şehveti, kimi masumiyeti ama en çok da kadın olmanın ne denli zor olduğunu öğretti. Annemi bile 30 yaşımda anladım. Kadınlarla hemhal olmayı hemdert olmayı gene kadınlardan öğrendim. Yaptığım tüm şımarıklıklar içindi az önceki özür. Annem dahil, tüm kadınlardan...

Annemin "üzme sakın hiçbir kızı" sözünü tam manâsıyla yeni yeni anladım. Gözlerim dolduğunda anladığımı anladım.

Ben de üzdüm belki ama beni de üzdüler. Berabereyiz sanki... 
Üzülmek üzmeye bahane değilmiş, onu da yeni anladım:)

Ben artık ne bir kadını üzmek ne de bir kadına "üzülmek" istiyorum. 

Çok mu şey istiyorum?!

İstatistik değil, insanlar!!!

Her yıl, "bu yıl şu kadar kadın öldürüldü" yazıları okumak ve uykusuz kalmak istemiyorum!

Çok mu şey istiyorum?

Her rakı içtiğimde, beni mutlu da etmiş olsalar, mutsuz da etmiş olsalar, uğruna kadeh kaldırılacak hatıralar bırakmış tüm kadınlara sevgilerimi yolluyorum. 

Kimi öylesine içer, ben tebessümle, hatırasına içebiliyorsam, bende iz bırakan kadınların sayesinde. 

Görüşmesek de, birbirimizi belki ismimizi hatırlamasak bile, bir an içimizdeki boşlukta bir yerde izlerini hissediyor ve minnet duyuyorum.

İyi ki yollar kesişmiş diyorum, tekrar ayırlmış olsa da.

Her yolculuk, kalıcı olmuyor, olamıyor belki de ama yol arkadaşlığının da zamansal ölçüsü yok bir yerde. Hissel ölçüler var. Tarici pek mümkün olmayan. Tanıdık, hoş bir koku, bilindik, güzel bir şarkı gibi... Nerede kokladığın ya da dinlediğin önemini yitirir ve anda asılı kalırsın ya öyledir bazısının hatırası. 

Önemli olan da histir zaten. İstatistik değil...

Hissedebilir umarım herkes, tüm kadınların kaygısını, öfkesini ve halini.

Hissetsek de yeter. Bazen bir his yeter, birçok sorunu çözmeye.

Daha fazla kadın hayallerinden olmadan, hissedelim ve öfkelenelim! Öfkelenelim kadınlar adına! Kadınlara değil, onlara yönelen bu şiddete karşı, inançla ve kararlılıkla! 

Matemsiz, hayal kurabildiğimiz bir dünyada, yargısız, acı yarıştırmadan, kendimize yetmeyen aklımızla onlara her felaket sonrası amalı cümleler kurup, akıl vermeden, dinleyerek, anlayarak, arkalarında değil, omuz omuza yanlarında dimdik durarak destek vermeliyiz!..

Manifesto gibi dökmüşüm içimi, mazur görün:)

Anı paylaştığım, tanıdığım tüm kadınlara sevgiler. 

Yıllar sonra kişisel acılar, kitlesele döndü. Değişmeyen tek şey ise acının kendisi oldu.

İyi sabahlar... 06:09









13 Mayıs 2016 Cuma

"Şimdiye Dair"



Uzun zamandır yazmaya fırsat bulamamıştım düşünmekten. Fazla düşünüyorum son zamanlarda. Memleketin haline üzülmekten sağlıklı düşünme yetimi de yitirdiğimi sanıyorum.

O kadar çok ölüm gördük ve o kadar üzüldük ki bir yerden sonra ölümlere de alıştık. Kaç kişi demeye başladık, kim ve neden demektense!..

Hayatlarımıza bakınca da hep bir şeylerin peşinde koşturuyoruz. Hedeflerimizi belirleyip, onlara odaklanıyor ve şimdiyi bir kenara koyarak, gelecek kaygısıyla yaşamaya başlıyoruz. Hatayı tam da burada yapıyoruz. Yanlış filmlerden esinlenip, yanlış karakterlerle özdeşleştiriyoruz kendimizi. Kaybedenleri sevip, onlara yakın buluyoruz kendimizi. Kazananlar hiçbir zaman sempatik olmadı ki zaten. Ancak hayatın, kazanmak ya da kaybetmekten öte bir kavram olduğunu pas geçiyoruz son günlerde.

Geçmişe takılıp kalıyoruz bazen, geleceğin karanlığına ya da... Şimdinin önemini anlayamıyoruz ta ki şimdi dün olana dek.

 Neden var olduğumu merak ediyorum gece gökyüzüne bakıp. Başka hayatlar var mı? Beni izliyorlar mı tam bu esnada. İnançları ve inananları düşünüyorum. Tek bir hayatı olup, onu tek bir şeye adamak... Garip geliyor. Geçmişteki beni sevenleri düşünüyorum, gelecekte beni sevecekleri tahayyül ediyorum ama işin içinden çıkamıyorum.

Pişmanlıklar, kırgınlıklar ve mutluluklar geliyor aklıma an be an. Hayatı tartamıyorum bir terazide. Ne kadar dolu yaşıyorum ve daha da ilerlemek için neler yapmak lazım diye telaşa kapılıyorum raflarda okunmayı bekleyen kitapları gördükçe.

Daha da fazla düşünmek ve sorgulamak isteği uyandırıyor uykumdan. Bir sigara yakıp, balkona çıkıp tekrar gökyüzüne bakıyorum. Ne kadar önemsiz olduğumu anlıyorum böylece tüm evrene bakar gibi hissettiğimde.


Artık aramızda olmayanları düşünüyorum. Kimisi ölmüş kimisi ise hayalet... Bazen geceleri görüyorum o hayaletleri. Kimi zaman rüyamda kimi zaman ayakta... Hayaletlerden korkmam bu sebeple. Severim onları...

Hiç istemediğim bir yönetim şekline mahkum halde hayatta kalmak adına kurallara uyarak ve sabrederek yaşıyorum. Yaşamak denir tabii buna. Görmezden geliyorum birçok şeyi ve utanıyorum kendimden.

Acılar sarmışken her yanı gülmeye utanıyorum ama gülmeden de duramıyorum. Hayatın ironisi belki de bu. Tüm cenaze fotoğrafları gülümseyen siyah beyaz yüzler bu nedenle.

Ölen çocukları ve gençleri düşünüyorum. Gün be gün ölen. Durmamacasına... Tutukluları düşünüyorum neden içeride olduklarını bilmeyen.

Kendi küçük, tatlı telaşlarımdan utanıyorum o anlarda. Elim kolum bağlı ve kıpırdayamıyorum etrafımda tüm bunlar olurken.

Bazen beyaz tavana bakmak dışında hiçbir şey rahatlatamıyor karmakarışık olmuş zihnimi. Boş beyaz tavana baktıkça o da bana bakmaya başlıyor.

Ne yapıyorum şu anda? Neden buradayım? Olmak istediğim için mi? Olmak zorunda olduğum için mi? Hayat içinde olmak zorunda olduğumuz bir şey mi? Ölümü kast etmiyorum.  O çok klişe bir düşünsel akışa sebep oluyor.

Tercihlerimizin ne kadarı bilinçli? Ne kadarı bize ait? Hayatı ne kadar yaşıyoruz, ne kadarını yaşadığımızı sanıyoruz?

Var olmak yeterli mi yaşadım diyebilmek için? Hayatta olmak yani.

Öylesine yaşayıp gidenler de yaşamış mı sayılıyor. Her gün aynı şeyleri yapmış ve hiç sıkılmamış olanlar.

Merak etmemiş, şüphelenmemiş ve kesin emin olanlar...

Ben mi çok meraklıyım?

Hiçbir şey güven vermiyor ve şüphelerim artıyorken. Sorun bende mi diyorum kendi kendime.

Herkes yürü dediğinde durmak, dur dediklerinde de yürümeye başlamak geliyor içimden o anda.

Bu koltukta oturan ben miyim? Yoksa benlerden biri mi? Ne kadar varım aslında? Ne yaparsam varlığımın bir anlamı olur?

Doğal yaşamın döngüsüne hiçbir faydam yokken ne kadar var olduğumu iddia edebilirim ki!

Eski şarkıları dinlemek geliyor içimden bu sıralar...

Daha da meraklı olduğum zamanlardı onlar. O zamanları hatırlatıyor bana belki de.

Eski aşklar falan değil... Eskiden öyle sanırdım. Özlem duyduğum insanlar değilmiş.

Anlarmış. Var olduğumu hissettiğim anlar...

An peşindeyim şu sıralar. Anlar anı olana dek. An avcılığına başladım. Her anın tadını çıkartmak ve var olmanın hissiyatını doyasıya tatmak.

Daha fazla okumak, izlemek, yazmak...

Yıllar sonra okumak döne döne eski anları artık anı olan.

İnsanlar değişiyor. Mekanlar da...

...ama merak?

O baki...

Hep böyle kalması umuduyla...

Var olmanın anlarından birini dışarıya vurmak ve paylaşmak içindi tüm bu çabam...

Tekrar bir anda görüşmek üzere...

                                                                                                                              Irmak U.






















2 Eylül 2015 Çarşamba

"Çocuk"




Bir fotoğraf karesi neden ağlatır bir insanı böyle?

Küçücük bir beden... Sahile vuran deniz yıldızları misali...

Her bakmaya çalıştığında çocukluğu üşür insanın.

Tek isteği yaşayabilmekti biraz daha o kısacık ömründe... Çok mu zor artık çocuklara kalması bu dünyanın?!

Sahile vuran küçücük çocuklar mı görecektik şuncacık ömrümüzde?!

İnsanlık nerede diye soran varsa hala, söyleyin ona kıyıya vurdu Bodrum açıklarında.

Beni en çok yaralayan ise yüzünü toprağa dönmüş olmasıydı belki de. Bakmıyordu artık yüzümüze.

O küçücük çocuk umudunu çoktan kesmişti bizden.

İçimde bir şeyler koptu, o kuma gömülmüş minik suratı gördüğüm an.

Asker kucağına aldığında onun da yüzünde utanç vardı bizim gibi. Utanıyordu bu kadar küçük bir bedeni taşırken.

Ki bugüne kadar taşıdığı en ağır bedendi o küçücük Suriyeli çocuk. İnsan eziliyordu ağırlığı altında bu cinayetin.

Artık bitse savaşlar.

Kalksa sınırlar.

Kahrolsa şu siyasetçiler ve hırsları.

Gömsek toprağa tüm silahları ve politik çıkarları.

"Oyuncağı" bile olmamalı silahların.

Ne hırslar uğruna...

Ne de çocukluk adına...

                                                Irmak U.




                                   

11 Aralık 2014 Perşembe

"Lavinia"


Lavinia

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.

          Özdemir Asaf  (1957)


8 Nisan 2014 Salı

"Hal ve Gidişat: PEKİYİ"



yanıp sönüyordu ışıkları karanlığın
bir şey anlatmak istercesine,
çocuk parkı kimsesizken
sahil sessizken
koklaşıyordu uzakta bir çift.
sarhoşlar türküleriyle güzeldi,
şarabımız bitmeseydi...
demir atmıştı gemiler
küsmüş gibi bir şeylere,
boynu büküktü o sokak lambasının
ben gibi.
ayakkabıma kum kaçmış
çocuk huzursuzluğu benimkisi.
en bulutlu havada yıldız aramak gibi.
sevinmek Ay'a yarım bile olsa,
hiçbir şeyin tam olmadığı hayatımızda.
gözler gözleri arar
bulamaz fakat.
boşluk güzeldir oysa ki,
beklentisizdir zira.
ayağına bulaşan çamur olur o dert,
bırakmaz peşini.
sevinmek gibi her yeşil ışığa,
kime yandığını sorgulamadan.
gülümsemek güzel kadınlara,
o gülüşün adresini bulamadan.
öpmek tanımadığın bir bebeğin ayağını gibi,
huzur aramak gibi.
beklentiler, bilinmezlikler, çalkantılar ve hayaller,
ödenmemiş çok eski bir fatura bazen aşk,
faizi kendinden büyük.
ama hep önüne çıkar her girişiminde, bir gün ödeyene kadar.
hayattan alacaklıyım,
o da benden.
anlaşmak mümkün değil,
hal böyleyken.
gecenin son sigarasındaki nefesler paylaşılır,
çekilecek acılar da.
karanlığa savrulan küfür gibi,
içine çektiğin zifir gibi,
olmak isteyip de hiç olamadığın o adam gibi,
hayratın keskin suyu,
elini yakan kibritin kavı gibi,
biraz eksik,
biraz tam gibi,
ama hep olduğu gibi,
gelişine vuracaksın bu haysiyetsiz hayata!
var gücünle haykıracaksın,
en yüksek tepeden
ve de en derin kuyudan!
sessiz çığlıklarla titreteceksin atomlarını evrenin!
çekirdeğini parçalayacaksın evrendeki tüm hasretlerin!
öyle bir var oluş yaratacaksın ki herkes herkesi unutacak!
hayat yeniden başlayacak...!

                                                                         Irmak U.

























29 Ocak 2014 Çarşamba

"nedensel döngüsel bir hüzün"


bizi zamanın birinde 
öyle sarhoş ettiler ki 
hayırsız bir ağacın dibine kustuk
tüm aşkımızı.
erken ölümlerin arasında aradık
yığınlarda.
hayallerimizin saçları dökülürken 
söktük hep arzularımızın tırnaklarını.
en fırtınalarda alabora olsak da 
bulduk hep o meyhanenin yolunu
dibindeki mezarlıktan.
bizi kanatan
hep aynı gülün dikeni olmasaydı
anlardık belki sevmeyi.
ya da bülbülü öldürmeyi...
en kesif
en irin kokan zamanlardı
en mutlu sandığımız.
karanlık 
iyi ki de çökerdi bazen
yoksa nasıl aydınlıkta 
kendimizle yüzleşirdik.
terk ettiğimiz kadınlardı
en sevdiklerimiz.
çünkü yoklarken onları
daha bir sevdik.
anlamsızlığı tek anlamıyken 
var oluşumuzun
hala 
bir intikam peşindeydik.
yanık kokardı hep
çıkmaz sokaklarımız.
duman tüterdi hala
enkazlarımız.
bir cinayet mahaliyken yaşam
kendimizi 
yavaş yavaş öldürüp
hala 
eldiven giymeyi
ihmal etmezdik.

                                Irmak U.



                                                                                          

















                                                                                                                                                                                    Fotoğraf: Duygu Yumurtacı

10 Eylül 2013 Salı

"Ah be Ahmet"




Ah be Ahmet!
Kaçırdın çoktan kaçmış olan uykularımı.
Neden düşürdün bu ateşi ananın yüreğine?
Tamam, inandık hayallerini satmadın.
...ama bir o kadar da büyük adamdın sen aslında.
Lazkiye'deki anaları anan bilecek kadar büyük bir adamdın,
Ölen arkadaşların için sesini yükseltecek kadar...
Keşke be Ahmet keşke,
Keşke dedirtmeseydin bize...
Gün aydın olaydı keşke.
Şafak inadına sökmedi bugün.

Ah be Ahmet!
Gülümseyen fotoğraflarınla kal aklımda,
Morgdaki fotoğraflarınla değil.
Sen o morgdaki cansız değilsin Ahmet!
Sen o inadına yaşayan,
Hayallerini satmayan,
Davasına sahip çıkan Adamsın Ahmet!

Ah be Ahmet!
Çok özleyeceğim seni.
Tanımıyorum daha seni değil mi?
Sen öyle sanıyorsun.
Sen vicdanı şeref dolu,
Yüreği delikanlı...

Ah be Ahmet!
Ölüm seni çağırdı da madem,
Neden hoş geldi, sefa geldi!?
Neden be Ahmet!?
Neden?

Ah  be Ahmet!
Sen artık istesen de ölemezsin!
Yazdık seni yüreğimize!
Yüreğimiz kan revan.
Bu kaçıncı isim!
Bu kaçıncı isyan!

Ah be Ahmet!
Oradan bize gülümsüyorsun sanki.
Yaslanmışsın gene bir duvara,
Hayallerini de almışsın yanına,
Mutlu gibisin.
Umarım öylesin...

                                      Irmak Unutmazbaş