1 Kasım 2012 Perşembe

"piyano, kadın ve tinerci"


bir piyano sesi alıp nasıl bu kadar uzağa götürebilir insanı? bir otobüs ya da trenden çok daha uzağa. uçak götürür belki en uzağa evet ama hiç sıcak gelmez bana. her şey bir anda olup biter. anlamazsın bile kaç şehir, kaç köy, kaç hayat bıraktın ardında. kaç kaçamak sevişmenin üstünden geçtin o gece bilmezsin. hızlıca gelişir, sarsıntılı biter. yalancı orgazm gibi. her şey kuralına uygundur ama hiçbir şey hissetmezsin. ses ve görüntü yetmez bazen. hissetmek gerekir.

piyanonun her tuşunda bir anı her tınıda bir acı gelir gözünün önüne. sonra hızlandıkça melodi akar gider hepsi. görüştüğün bir arkadaşın gözlerindeki parıltı, arkadaş tavsiyesi bir şarkıdaki tını değiştirir gününü. iç sıkıntını bir 50'lik biraya değişirsin bazen. caddede yürürken kalabalıklar üstüne üstüne gelir. yere bakarak yürüsen bu sefer parke taşları hatırlatır sana bir şeyleri. daha önce de boynunu eğmişsindir aynı caddede çünkü.

metroda sonra yanına güzel bir kız gelir. bakmazsın rahatsız etmemek için. ama o bakar sana. arkadaşlarıyla şakalaşırken arada. sonra tam ineceğin durağa gelirsin. kalktığında eldivenlerin düşer kucağından. almaya çalışırken ummadığın bir şey olur. o güzel kız alır yerden onları şefkatle ve sana uzatır. bir davet midir bu aslında? hiçbir zaman bilemeyeceksindir. ama onun sıcak gülümsemesini de ömrünce hatırlayacaksındır. hatta merdivenlerden çıkarken sana uzaktan son kez bakışını da...

bu kadar basit işte.

kör bir adama kırdığın pota, adamın gülmesi gibi acı acı gülümser sana hayat. hep karşılaştığın tinerciye yanımda yok sonra vericem ama söz dediğinde canın sağ olsun abi demesidir içini ısıtan o yağmurda. o tinerci çocuk beklerken sağanağın altında.

günler geçer. sen cebinde bozuk paralarla yürürken rastlarsın o tinerciye. o arkası dönükken gidip omzuna dokunursun. naber kardeş diye. sana sözüm vardı bak bozuk parayla geldim bugün dersin. abi Allah razı olsun der. sonra vericem deyip veren tek seni gördüm. çok acayip bir abisin der. bir tinerci bana çok acayipsin der. gülerim. durma oğlum sağanak altında. saklan bir yere al bunları yeter bu akşamlık sana dediğimde. sağ ol abi. iyi akşamlar. biz burdayız. bir şey olursa biz burdayız. abimsin der. hiçbir polis ya da asker bana onun sözündeki kararlılık ve sıcaklık kadar güven vermez.
böyle de acayip bir abiyim işte.

severim tinercileri, zarif kadınları ve piyano sesini...

ama en çok bağlama ağlatır beni...  

14 Eylül 2012 Cuma

sergüzeşt

ajite bayramların ağlak çocuğu
harçlığa hasret
efsane aşkların kahramanı
seçmelerde elenen 
herkesin dostu
sadece işi düşen
sorsan tanımayan yok bu şehirde
balıkçısından simitçisine
yağmurun altında
şemsiye sevmez o
nerde bir kavga
orada o
meraklıdır evet
belki biraz hovarda da
parçalanır yüreği
dayanamaz görse
ağlayan bir kadına
tek bir ipse hayat
en tehlikeli hareketleri yapar
ki cambazdır o
cambaza bakar herkes
o çıkınca ipe
yankesiciler bile
anlatmanın imkanı yok
renklerle onu
mevsim geçişleri kadar sert
bir bahar akşamı kadar naif belki de
tanburi cemil bey bile sever onu
yeri gelir adalardan bir ses gelir
adalar da sever onu şehr-i stanbul kadar
yoklukla varlık arasındaki o yokluğu iyi bilir
bilmekten de tiksinir
bilmek acıtır çünkü acıdır
fakat bilmemek ayıptır
o sokak lambası utandırır ışığıyla
atar pardesüsünü sırtına
vurur kendini yollara
suratına çarpan damlalar komaz ki
hayatın çirkinliği acıtır tenini
gözlerini kısar ki kısıktır kısmadığında bile
hayal meyaldir yollar o anda bile
şiddeti sevmez ama hep hasrettir ona
kavuşurum bir gün belki der
bir yudum alır ölüme direnen içkisinden
yürür karanlığın en katısına
dokuna dokuna yürür o karanlığa
el yordamıyla devam eder yola
el yüzünden gelmiş olsa da bu haller başına
kalabalıklara karışmak yorar ama mecburdur
neden mecbur ki aslında
o da bilmez
ama mecburdur
ele güne karşı yapayalnız böyle de olur
oluyor denedi
faili meçhul bir martı cesedi ağlatır onu yolda
o ki salyangoz ezdi sanıp kramplara gelen adamdır
oysa ki bir ceviz kabuğudur karanlıkta ağlayan
kiraz sapı kadar kısa aşklardan
ekmek arasıyken aşklar
tadına varmak mümkün mü
meze olmak da var itin köpeğin masasına
rakı olmak da dostların arasında
sek misin sulu mu
aslında tüm mesele bu
gözleri gene dolu dolu
sek bitse de gece
sen gene sulu
öğrenilmiş cahilliklerine yenisini ekle
sistemin çarklarına destek at
direnmekle acın hafiflemez dese de
inadına yürüdü o fırtınada o gece
çok köpek saldırdı ona
çok serseri çıktı yoluna
ne haraç verdi bir kez
ne bir parça et
bildi tanrıyı tanıdı
elbet tutar elimden
o papatya durdurdu onu sadece
karların içinde çürümekten az önce
aldı koynuna
geç kalmıştı fakat
kuruttu o da
o eski defterinin arasında bir gece
anılar saklıydı o defterde
acılar
papatyanın cenazesi en çok buraya yakışır
geleni olmadı cenazeye
soran da
kimsesiz acılar mezarlığına defnedildi o gece
kimsesizler bilir orayı
geçerken bir damla bırakırlar gözlerinden sadece
yıldızlar ne kadar uzak ve bir o kadar yakındı o gece
kayma riski varken ne gerek var ki dedi gece gece
çamurdu yerler çamuru severdi
dürüsttü çamur
arkandan iş çevirmezdi
bilirdin başına ne geleceğini
cadde taşı gibi götü başı oynamazdı
delikanlıydı toprak
neyse dedi
bu gecelik
bu kadar
başka bir yakın gelecekte
görüşmek üzere

10 Mayıs 2012 Perşembe

Eski şehirler...

çocukluğun kanar takıldığın her taşta o şehirde. ayrı bir fotoğraf her sokak. ayrı bir anı. sana selpak satan küçük  kızın önünden 3. kez geçmek zorunda kalıp, gene de onun iyiliği için satın almamak o selpağı ne kadar zordur bilir misiniz? ıslanırken beklenmedik bir yağmurla, koşarken en yakın saçak altına... bir kediler bir sen olur o havada, o sokakta. clapton'ın solosu gibidir yağmur, dinlemek herkesin harcı değildir, ki anlamak başkadır başka. dinledim ben bugün bol bol... çok şey söyledi. genelde çocuk şarkıları... yere düşmüş, yarısı yenmiş elma şekeri hüznü taşır o yağmur. yarım kalan hayaller okulunun seviye tespit sınavıdır çocuk olmak. herkes geçemez o sınavı. o yüzden herkes çocuk olamaz. bir orhan gencebay tevazusu gerek insana. kolay iş değildir hem büyük adam olup, hem mutevazi olmak. çocuk olmak büyük adam olmaktır aslında. sana öğretileni, birilerinin değerlerini yaşamak değil, kendi bildiğini okumaktır büyük adam olmak. çocuk olmak zordur işte o yüzden. hayatın boyunca bir şeyleri yanlış yapmadıysan, yapmamaya uğraştıysan hiç çocuk olmamışsın demektir. yanlış gereklidir ki doğrunun kıymet-i harbiyesi olsun. limon atarsın çayın içine tavsiye üzerine, limon sıktırır çaya bu şehir yaza doğru giderken sen. hüznümde hal kalmadı demiş şair. ne acayip laf. neyse nasılsa herşey başladığı gibi biter...

6 Mart 2012 Salı

"Anne Kokusu"



Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle dedi kadın.
Adam hak verdi ona ve
günahsız geçmez ki ömür öyle
kusursuz olmamalı ömür
aşklar da
hatalı olmalı
hata yapmaktan da korkmamalı
dedi.
Ancak geriye bir adım attı kadın. Ürkekti. Bilinmezlikten değil aksine bilmektendi korkusu. Yaşadıklarındandı. Başına gelenleri anlatmazdı, kendi bile bazen tam olarak ne geldi anlamazdı ama var olan bir şey vardı ki o asla unutmazdı.
Adam anladı onu. Daha fazla sormadı. O da zaten daha fazla anlatmadı, sorsa da anlatmazdı.
Son bir kadeh içti adam. Derin bir nefes aldı. Parfümdü aslında oksijen değildi aldığı. Minnettardı. İyi geceler diyip çıktı. Dışarısı soğuktu çok soğuk ve dahası yağmur vardı. Evine varmak için önünde uzun bir yol vardı. Arabası olmadı hiçbir zaman parası olduğu zamanlar dahi, taksiyi zaten hiçbir zaman sevemedi. Yürüdü. Şemsiye vicdan azabıydı yolda giderken ona. Taşımazdı. Sadece yürüdü. Mazgallar taşmıştı gene. Çöpler ağızlarını tıkamıştı. Koşan birkaç insan gördü. Tamam soğuktu ama yazın bile yağmurdan kaçanlar görür, sebebini anlamazdı. Yağmurdan neden kaçar ki insan?
Cebinden son sigarasını çıkarırken düşürdü. Akan sel sularına kapılıp gitti. Kurduğu hayaller geldi aklına nedense. Sinir bozucu bir kahkaha attı ve yürümeye devam etti. Evlerde tek tük  ışıklar yanıyordu. İnsanlar sıcacık evlerinde huzurluydu. O ise ne arıyordu bu soğukta, bu boş, karanlık sokaklarda. Hiçbir zaman bir eve ait hissedemedi kendini. Çocukluğundan beri hep sokaklardaydı. Ondandır annesi hep sokak çocuğu seni derdi bir havluyla terini silerken. Annesi onu çok severdi. O da annesini. Babasını hiç tanımadı. Babası da onu... Annesi geçen ay onu bırakıp gitmişti. Bir kalp krizi sonucu, yalnız yaşadığı o eski evde. Cenazesine bile gidemedi. Gömüldükten 10 gün sonra haber geldi. Çok gitti o mezara sonra. Çok ağladı. Çok konuştu onunla gecelerce. O mezar taşına sarılıp, annesine çok masal anlattı. Çok içti oraya giderken ama orada hiç içmedi. Annesi sevmezdi içmesini. O da annesinin yanında hiç içmezdi. O annesini hiç üzmezdi. O annesini çok severdi. Annesi de onu. Babasını hiç tanımadı. Babası da onu...
Onu terk eden sevgilisini düşündü sonra. Cebinden metal kalbini çıkardı bir yudum aldı düşündükten hemen sonra. Sinirleniyordu nedense hala . Sevgilisine değil tabii ki, kendine ve bu anlamsız hayata. Sevgilisi onu terk etmişti. Sonra en yakın arkadaşıyla evlenmişti. Anlayamamıştı ilk zamanlar. Sonra sonra kavradı. Kavradıkça ağladı, ağladıkça anladı. Ağlamaması gerektiğini... İçtikçe ağlamadı. O yüzden çok içti. Hala çok içiyor. En mantıklısı içmek çünkü diyor. Sonrasında çok sevgilisi oldu. Çok kadın tanıdı. Tanıdıkça anladı. Kadınların çok farklı olduğunu. Her birinin bambaşka dünyalar, kendisininse bir gezgin olduğunu.
Yürümeye devam etmeliydi. Yürüdü. Sokaklar boyu düşündü. Annesini özlüyordu. Sızısı göğsünde hala duruyordu. Son kez sarılamamanın. Onu sevdiğini söylemese bile, gözlerine bakıp, annem benim ya ne güzel yemekler yapmışsın gene, anne candır demenin önemini tam kalbinin üzerinde bir ağırlık olarak anladı. Küfürler etti kendine, hep bir şeylere, birilerine geç kalmışlığına küfretti. Arkadaşları arasında   -ki pek de arkadaşı yoktu aslında o kuru kalabalığın arasında- geç kalmışlığıyla bilinirdi. Çok arkadaşı olmadığını da askerdeyken anladı aslında. Ne kadar yalnız olduğunu şu hayatta. En yakınları, en yakında olanlar dahi görmedi onu bir kez bile. Annesi geldi bir tek. Annesi vardı onun zayıflamış, çamurlar içindeki üniformasıyla gören ve o an ağlamaya başlayan şu hayatta. O hiçbir sevgilisini özlemedi annesini özlediği kadar. Ve aslında hiçbir sevgilisi iddia ettikleri gibi onun kahrını çekmedi annesinin çektiği kadar.
Eski bir oyuncakçı dükkanında durdu. Vitrinlere baktı. Gözleri doldu. Çünkü o vitrinde kalmıştı, 5 yaşındayken o bayram onun minik ellerinin izi. Gözyaşları ise kaldırımdaydı. O uzaktan kumandalı arabayı ne de istemişti. Dakikalarca ayrılmamıştı vitrinin başından. Suratını cama dayayıp ağlamıştı hıçkıra hıçkıra. Annesi de ağlamıştı onunla. Çünkü gerçekten sadece ekmek alacak parası vardı cüzdanında. Oyuncakçı dayanamayıp bu hallerine eski bir kukla hediye etmişti ona. Pinokyoydu o kukla. Sevinmese de ağlaması dinmişti birkaç saat sonra. Oynadı istemeye istemeye kuklayla. Sonra çok sevdi o kuklayı adını Şükrü koydu. Annesi bile sofraya bir tabak daha koydu. Ancak asla unutmadı o kumandalı arabayı ve o bayram sabahını.
Gözlerini sildi, yürümeye devam etti. Anılar caddesindeydi sanki. Düşüp dizini kanattığı köşeye geldi. Ona mendilini veren Bengisu'yu hatırladı. Sonra taşınmışlardı ertesi hafta. İzine bir daha rastlayamadı. Hayatı hep rastlantılarla geçti ama kısa sürüyordu her rastlantı. Aşık olduğu kadın Amerika'ya gitti tanıştığının ertesi günü. Bir daha dönmedi. Evlendiği kadın onu terk etti. Hep onlar mı suçluydu? Hayır onlar kadar suçlusu oydu belki. Ancak ne kimseyi yar, ne bir semti kendine diyar bildi.
O yüzden yürüdü hep. Durmamacasına. O müzik sesini duyana dek eski bir gramafonda. Kimseye etmem şikayet diyordu Müzeyyen Abla. O da etmedi. Sessizce oturdu camın altına. İçti birkaç yudum, dinledi usluca. Sonra rahatsız etmeden yürümeye devam etti usulca.
Eski evinin önüne vardı. Şöyle bir durup baktı. Başladığın yere döndün gene Cemal. Haydi hayırlısı dedi, anahtarı çevirdi. Anı kokuyordu, anne kokuyordu ev. Ahşap şarkı söylüyordu her adımında. Annesi sanki mutfaktan çıkıp, koşup, sarılacaktı boynuna. Kapadı gözlerini. Sarıldı annesi. Islak saçlarını ve terini silerken azarladı gene. Mızmızlanmıyordu bu kez. Gülümsüyordu annesine. Nasıl özlemişti öptü öptü doyamadı annesine. O annesini çok severdi. Annesi de onu. Babasını hiç tanımadı. Babası da onu...

4 Mart 2012 Pazar

"Ölmeyi Reddeden Adam ve Gözyaşları"



Onu ne kadarınız tanır bilmiyorum ama size beni uzun zamandır hüzünlendiren bir adamdan bahsedeceğim.

Bugün seyirci cezasından dolayı Trabzonspor maçını İnönü'de kadınlar ve çocuklar izledi. İstiklal Marşı okunurken gözleri tribünlere dalan Beşiktaş'ın her daim gülümseyen Portekizli Teknik Direktörü Carlos Carvalhal sessizce ağladı. Neden ağladığını hikayesini bilenler anladı. Onlar da sessizce ağladı. Tıpkı benim yaptığım gibi...

Carvalhal, Türkiye'ye gelmeden önce iki çocuğunu trafik kazasında kaybetti. Bir oğlu olay yerinde ölürken diğeri hastanede kollarının arasında can verdi. Canı çok acıdı, kalbi nasır bağladı. Bir ara her şeyden vazgeçmeyi istedi ama pes etmedi.

Ölmenin kolay olduğu bir zamanda yeniden doğmayı seçti. İki çocuğunun acısını yüreğine gömüp, Beşiktaş’a geldi. Hikayesini takımla yaptığı ilk toplantıda futbolcularına kendisi anlatıp yardım istedi:

"İki oğlumu kaybettikten sonra birçok kez ölmeyi düşündüm. Bana yeniden yaşama şansı verin. Ben buraya ölmeyi reddederek geldim."

İşte bu yüzden bir Galatasaraylı olarak en sevdiğim spor adamı, insan, baba Carlos Carvalhal. Takımı kaybetse de kazansa da kalbimde hep yeri ayrı olacak. O ağladığında benim de gözlerim dolacak...


21 Şubat 2012 Salı

"fırça, pruva, aşk"

Yaprak çıtırtılarında yürüyorsun. Her yanın karanlık. Görünen tek yıldızlar… Sokak lambalarının göz kırpmaları arada bir direnen bu zifire. Onlar tavlayamasalar da geçen uçuşan etekli kızları, baş koyarlar o yola. İçinde kaybolmak gibi ormanın, göremeden o ağacı. Ne zaman çok yakınsın göremeyecek kadar ve ne zaman uzaksın duyamayacak kadar? Sen ki ilk yardımsındır son tahlilde. Son çaresindir ilk akla gelen. Bilirsin, sen var olursun çünkü güzeller yoksun, asayiş berkemal ise sen zaten yoksun. İmdat çekicisin bu hayatın, evet çekicisin iç güveysinden hallice. Hızlı aramalarda kayıtlısındır daima ki hızlısındır da. Yerin yurdun dar gelir hep. Rahatlık uzak bir ihtimaldir çoğu zaman. Yabancı nedir bilmezsin çünkü yerlin olmamıştır hiç. Tanımadığın sokaklar seni alır, sarar sarmalar. Şairin dediği gibi sana yaraşmaz yumuşak yatakta can vermek çünkü sen sert kaldırımların emzirdiği çocuksundur seher vakitlerinde. Kimsenin görmediği göz yaşlarısındır, karanlıktan korkan küçük çocukların. O yatağın altındaki canavar da sen olursun, o korkan çocuk da. Her halükarda ağlayansındır bu hayatta. Netice aynıdır. Yalnızsındır. Istanbul’un kalabalığına gizlersin yalnızlığını. Anlamaz kimse. Odanda duran tablodaki kıza bakarsın her fırsatta. Haydi çık artık dans edelim dercesine… Baktıkça kaybolursun, anlamsızlaşır her şey, hissizleşirsin. Kaybolursun tuvalin ilmikleri arasında. Sana iner en sert fırça darbeleri o anda. Dışarı atsan kendini, çok uzaklaşırsın. Bu defa da anlayamazsın. Pruvada durur aşk. En önde, tetiktedir. Rüzgarı alandır aşk. Tehlikeye atılan, hayata bir kere gelendir aşk. Korkmayan… Ne tablodadır, ne tabloya bakanda, yardadır aşk, düşmeyi göze alabilene…

18 Ocak 2012 Çarşamba

"kar altında"

çok üşüdü bugün Istanbul
benden bile çok.
metro merdivenlerindeki telaşınla sevdim seni
istemesen de menzile varan o merdivenler gibi.
istemesen de menziline vardın sen de.
hep yalnız bir kadın olur o vagonda.
umutsuzca bakan
ne derdi var bilinmez.
evine ekmek götüremeyen
ve bunun için ağlayan
ama ağladığını asla fark edemeyeceğiniz
gururlu adamların geçtiği vagonlardır.
ayakta giderim ben metroda
direniştir, isyandır belki ayakta kalmak
tavırdır bu frensiz modernleşmeye
duygusuzlaşmaya.
bakarım o yalnız kadına kaçamak gözlerle
nedir hikayesi merak ederim
neden bu saatte bu kadar mutsuz
neden yerlere bakınıyor
kaybettiği bir şeyi arar gibi
mutluluk gibi.
montuma sarıldım gökyüzünü görünce
elimde bir bardak çay.
yürüdüm karların altında.
yağdı üzerime
üşüdüm yağdıkça
yağdı ben üşüdükçe
gülümsedim yağdıkça
yağdı ben gülümsedikçe.
sokak lambalarının ışığı ısıttı içimi
o yalancının sevgisi gibi.
durdum sadece öylece.
amaçsızca bu gece.
kediler vardı sadece.
onlar ki şahittirler her şeye
tanınmasalar da hiçbir mahkemece.
bıyık altından güldüler bana sinsice
durur muyum aynı bıyık bende de var
gülüştük öyle sessizce.
çöpü karıştıran köpek anladı sadece.
Levend'de bir akşamüstüydü sadece.
temizdi hava nedense bu gece.
çektim içime derin derin.
çayımdan aldığım her yudum
bir buse sanki hatıralarımdan kalan.
şekerliydi evet çok şekerdi.
ayaklarımın altı bembeyaz.
bir klakson sesi uzaklarda.
telaşlı bir çift geçti çarparak yanımdan.
gülümsedim.
hatırlattı eski telaşları çünkü.
öylece durdum karların altında bu gece.
seyrettim süzülüşlerini rüzgarda sessizce.
hayatta savrulan hayatlar geldi aklıma.
her tane ayrı biçim, her hayat ayrı seçim.
burnuma değdi biri düşerken
hah dedim kısmetsiz bulur kısmetini
kısmetsizin kispetinde.
Levend sakindi, adına yaraşır biçimde.
insanlar yabancı, insanlar soğuk
havadan bile daha.
kediler gülümsedi bana sadece
Levend'de.
bira içmekten gelen üç genç geçti
biri kaydı düştü çöpe giderken
güldük.
ben kaymadım hiç.
çünkü durdum öylece.
karları seyrettim sadece.
ne güzelmiş Istanbul
geceleri sessizken
beyazlar içinde.
taksiler durdu önümde
baktılar taksiciler eğilip.
durdum öylece.
çay soğudu.
ben üşüdüm.
koymadı üşümek.
kediler bekledi  benle.
başıma bir şey gelmesin diye.
belki de..
gülümsedi kediler sadece.
bu gece Levend'de.
bir ihtiyar kaydı düştü bankanın önünde.
dönüp bakmadı bile
geçenler bu gece.
içim cız etti o düşünce.
neyse ki kalktı devam etti.
yaşamına kaldığı yerden
sessizce.
kediler baktı ihtiyara sadece.
bıyık altından güldüler kalkınca
bir şeyi yok diye.
yanıma geldi beyaz olanı.
miyav dedi.
bilmem ki nasıl olur dedim.
miyav dedi.
tamam dedim.
yere oturdum.
kucağıma yattı.
miyav dedi.
tamam dedim.
üşüdüm ısındım da.
hayat gibiydi o an.
hem mutlusundur ama bir o kadar hüzünlü.
gülerken ağlatır ya
ağlatırken güldürür gibi.
kediler güldü bana.
alay ettiler.
ben de güldüm halime.
durdum öylece.
Levend'de bu gece.
çok uzaklardan bir siren sesi.
bu soğukta suç mu işlenir dedim
hava öyle soğuk.
kediler güldü lafıma sadece.
kapanan kepenk sesleri karıştı aklımdaki şarkıya.
mırıldandım kedilere.
onlar da aşinaymış.
belli ettiler
ben anladım
miyavlasalar da sadece.
bekledim saatlerce.
bir mucize olsun diye.
sırf kediler anladı beni.
ama zaten onlar uyardı beni.
olmayacak bekleme diye.
inat ettim.
onlar da etti.
bekledik öylece.
daha çok kar yağdı bekledikçe
kirpiklerim üşüdü artık
ellerim uyuştu.
çayım bitti.
baktım karanlık sokağa
hiçbir şey olmadı.
tükendi umutlarım.
ışığı yanan son lokantaya baktım
yemek yiyorlar çalışanlar içeride.
nasıl acıkmışlar
nasıl yorgun.
çaresiz döndüm metroya.
ısındım kendiliğinden indiğim her basamakta.
durak boştu.
sonra o geldi.
siyah saçları savruldu tünelin rüzgarında.
dönüp ukala bir bakış savurdu
kaldım öylece
aynı vagona bindik.
baktım ara sıra
o hiç bakmadı.
çıkardığı kitabındaydı gözleri.
ama bilemem aklı neredeydi.
kitap okuyan bir kadın
ne kadar güzel olabilirse
o ondan daha da güzeldi.
duru.
indi taksimde.
takip ettim.
anladı.
kendiliğinden yürürken merdivenler
o da başladı yürümeye.
ben de.
çıkınca meydana.
çıktı her şey meydana.
uzun boylu bir çocuk öptü sarılıp onu
dudaklarından.
öylece bakakaldım sadece.
gittiler.
dönüp arkama baktım.
herkes birini bekliyordu.
sırf kediler baktı
kediler anladı sadece.
miyav dedi.
tamam dedim.
tekelden tedarik konyak
ısıttı beni sadece.
bitti her şey gibi.
attım bir kenara.
bindim ilk gelen otobüse.
bakmadım istikametine.
önemi de yoktu.
çünkü gideceğim hiçbir yer yoktu.
önemli olan yolda olmaktı.
yoldaydım.
menzile varmak değildi aslolan.
şoför bakmadı yüzüme.
oturdum.
dışarıdaki kediler uğurladı beni sadece.
Taksim farklı değildi Levend'den.
her şey meydandaydı sadece...













16 Ocak 2012 Pazartesi

"O"


al hadi bitsin bu gece dedi son kadehi uzatırken bardaki kadın.. adamsa gülümsedi tüm 


parasını tezgaha bırakırken.. kalbinin üstündeki metal kutuda saklıydı gecenin geri kalanı 


çünkü.. hatta hayatının...




ağzına bir sakinleştirici daha attı. o aradığı kadın değildi. bunu o da, bardaki kadın da iyi 


biliyordu. kaybettiği ve geri alamayacağı 


yüzü silinen kadındı onun sevdiği. sadece rüyalarında hatırladığı. bu gece de onlardan biriydi. 


başka kadınlarda aradı gene o yüzü. hiç bilmediği, belki de hiç var olmayan o yüzü...


içmek, konuşmak, dertleşmek güzeldi de gece bardan sonra yatağa girme kısmı vardı ki hem 


eğlenceli hem meşakkatliydi onun için. arzulamıyordu o kadından başkasını çünkü.


ama uyurken kim olursa olsun bir kadınla, o oluyordu yanındaki beden, ısınmaya başlıyordu, 




kışın sobaya yaklaşan çocuk eli hızında. hayat işte o zaman daha katlanılır geliyor, mide 


bulantısı azalıyordu. aldığı ilaçlar gibiydi onun için hayat.


birileri yaşamalısın dediği için yaşıyordu sadece. 


ya da kurduğu hayalleri bir zamanlar. kendi hayalleri miydi? yoksa birilerinin kurmasını 


istediği ruhsuz meta hayaller miydi?


o ucuz parfüm kokularında bırakmıştı gençlik hayallerini bir pavyon çıkışı mecbur kaldığı bir 


neden baktın kavgasında. hayatın adil olmadığını linç edildiğinde daha on yedisinde anlamıştı
.


hayatta pek az şey istemişti ki onlar da olmadı hiçbir zaman, gerçekten sevebilmek birini. 


güvenmek ona annen kadar, sevgi görmek annenmişçesine. 


metal kutuyu çıkardı dikti kafasına sokak lambasının tam altında. diktiği an ışık gözlerini 



acıttı.


eğdi kafasını usulca hep yaptığı gibi hayata karşı ve baktı denize moda sahilinden. fırlattı attı 


metal kutuyu kayalıklara. dayanamadı cebinden çıkarttı telefonu ve gizli numaradan aradı 


O'nu.


aranılan kişiye ulaşılamadı fakat. böyle bir numara kullanılmamaktadır dedi hüzünlü bir kadın 


sesi ona. cemal de şaşırmadım dedi bant kaydına muhatap olurcasına.


dolunay bir şeyler anlatmak ister gibiydi ona. bu gece doğru gece değildi. cemal daha fazla


içmeye karar verdi. belki de o an için en mantıklı karar buydu. beklemenin alemi yoktu.


başka ama benzer bir barda başka ama benzer bir kadınla tanıştı. benzer acılar çekti gene o 


kurşun yarası gibi yakan sızının refakatinde. 


eli hep yüzüğüne kayıyordu. kadının da dikkatini çekti tüm diğer kadınlar gibi. geçiştirdi


cemal, tüm diğer kadınlara yaptığı gibi. 


metal kutusunu öperek uzaklaştı o yapay mutlulukların acı dükkanından. 


eve girdi, gidip biraz istifra etti. gelip çekyata uzandı. bir damla yaş süzüldü gözlerinden. 


derin bir nefes aldı cigarasından. geçti klavyenin başına. algılarını açmıştı gene sonuna kadar. 


artık tek düşündüğü şey üst katta gıcırdayan karyolanın ritmiydi.