6 Mart 2012 Salı

"Anne Kokusu"



Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle dedi kadın.
Adam hak verdi ona ve
günahsız geçmez ki ömür öyle
kusursuz olmamalı ömür
aşklar da
hatalı olmalı
hata yapmaktan da korkmamalı
dedi.
Ancak geriye bir adım attı kadın. Ürkekti. Bilinmezlikten değil aksine bilmektendi korkusu. Yaşadıklarındandı. Başına gelenleri anlatmazdı, kendi bile bazen tam olarak ne geldi anlamazdı ama var olan bir şey vardı ki o asla unutmazdı.
Adam anladı onu. Daha fazla sormadı. O da zaten daha fazla anlatmadı, sorsa da anlatmazdı.
Son bir kadeh içti adam. Derin bir nefes aldı. Parfümdü aslında oksijen değildi aldığı. Minnettardı. İyi geceler diyip çıktı. Dışarısı soğuktu çok soğuk ve dahası yağmur vardı. Evine varmak için önünde uzun bir yol vardı. Arabası olmadı hiçbir zaman parası olduğu zamanlar dahi, taksiyi zaten hiçbir zaman sevemedi. Yürüdü. Şemsiye vicdan azabıydı yolda giderken ona. Taşımazdı. Sadece yürüdü. Mazgallar taşmıştı gene. Çöpler ağızlarını tıkamıştı. Koşan birkaç insan gördü. Tamam soğuktu ama yazın bile yağmurdan kaçanlar görür, sebebini anlamazdı. Yağmurdan neden kaçar ki insan?
Cebinden son sigarasını çıkarırken düşürdü. Akan sel sularına kapılıp gitti. Kurduğu hayaller geldi aklına nedense. Sinir bozucu bir kahkaha attı ve yürümeye devam etti. Evlerde tek tük  ışıklar yanıyordu. İnsanlar sıcacık evlerinde huzurluydu. O ise ne arıyordu bu soğukta, bu boş, karanlık sokaklarda. Hiçbir zaman bir eve ait hissedemedi kendini. Çocukluğundan beri hep sokaklardaydı. Ondandır annesi hep sokak çocuğu seni derdi bir havluyla terini silerken. Annesi onu çok severdi. O da annesini. Babasını hiç tanımadı. Babası da onu... Annesi geçen ay onu bırakıp gitmişti. Bir kalp krizi sonucu, yalnız yaşadığı o eski evde. Cenazesine bile gidemedi. Gömüldükten 10 gün sonra haber geldi. Çok gitti o mezara sonra. Çok ağladı. Çok konuştu onunla gecelerce. O mezar taşına sarılıp, annesine çok masal anlattı. Çok içti oraya giderken ama orada hiç içmedi. Annesi sevmezdi içmesini. O da annesinin yanında hiç içmezdi. O annesini hiç üzmezdi. O annesini çok severdi. Annesi de onu. Babasını hiç tanımadı. Babası da onu...
Onu terk eden sevgilisini düşündü sonra. Cebinden metal kalbini çıkardı bir yudum aldı düşündükten hemen sonra. Sinirleniyordu nedense hala . Sevgilisine değil tabii ki, kendine ve bu anlamsız hayata. Sevgilisi onu terk etmişti. Sonra en yakın arkadaşıyla evlenmişti. Anlayamamıştı ilk zamanlar. Sonra sonra kavradı. Kavradıkça ağladı, ağladıkça anladı. Ağlamaması gerektiğini... İçtikçe ağlamadı. O yüzden çok içti. Hala çok içiyor. En mantıklısı içmek çünkü diyor. Sonrasında çok sevgilisi oldu. Çok kadın tanıdı. Tanıdıkça anladı. Kadınların çok farklı olduğunu. Her birinin bambaşka dünyalar, kendisininse bir gezgin olduğunu.
Yürümeye devam etmeliydi. Yürüdü. Sokaklar boyu düşündü. Annesini özlüyordu. Sızısı göğsünde hala duruyordu. Son kez sarılamamanın. Onu sevdiğini söylemese bile, gözlerine bakıp, annem benim ya ne güzel yemekler yapmışsın gene, anne candır demenin önemini tam kalbinin üzerinde bir ağırlık olarak anladı. Küfürler etti kendine, hep bir şeylere, birilerine geç kalmışlığına küfretti. Arkadaşları arasında   -ki pek de arkadaşı yoktu aslında o kuru kalabalığın arasında- geç kalmışlığıyla bilinirdi. Çok arkadaşı olmadığını da askerdeyken anladı aslında. Ne kadar yalnız olduğunu şu hayatta. En yakınları, en yakında olanlar dahi görmedi onu bir kez bile. Annesi geldi bir tek. Annesi vardı onun zayıflamış, çamurlar içindeki üniformasıyla gören ve o an ağlamaya başlayan şu hayatta. O hiçbir sevgilisini özlemedi annesini özlediği kadar. Ve aslında hiçbir sevgilisi iddia ettikleri gibi onun kahrını çekmedi annesinin çektiği kadar.
Eski bir oyuncakçı dükkanında durdu. Vitrinlere baktı. Gözleri doldu. Çünkü o vitrinde kalmıştı, 5 yaşındayken o bayram onun minik ellerinin izi. Gözyaşları ise kaldırımdaydı. O uzaktan kumandalı arabayı ne de istemişti. Dakikalarca ayrılmamıştı vitrinin başından. Suratını cama dayayıp ağlamıştı hıçkıra hıçkıra. Annesi de ağlamıştı onunla. Çünkü gerçekten sadece ekmek alacak parası vardı cüzdanında. Oyuncakçı dayanamayıp bu hallerine eski bir kukla hediye etmişti ona. Pinokyoydu o kukla. Sevinmese de ağlaması dinmişti birkaç saat sonra. Oynadı istemeye istemeye kuklayla. Sonra çok sevdi o kuklayı adını Şükrü koydu. Annesi bile sofraya bir tabak daha koydu. Ancak asla unutmadı o kumandalı arabayı ve o bayram sabahını.
Gözlerini sildi, yürümeye devam etti. Anılar caddesindeydi sanki. Düşüp dizini kanattığı köşeye geldi. Ona mendilini veren Bengisu'yu hatırladı. Sonra taşınmışlardı ertesi hafta. İzine bir daha rastlayamadı. Hayatı hep rastlantılarla geçti ama kısa sürüyordu her rastlantı. Aşık olduğu kadın Amerika'ya gitti tanıştığının ertesi günü. Bir daha dönmedi. Evlendiği kadın onu terk etti. Hep onlar mı suçluydu? Hayır onlar kadar suçlusu oydu belki. Ancak ne kimseyi yar, ne bir semti kendine diyar bildi.
O yüzden yürüdü hep. Durmamacasına. O müzik sesini duyana dek eski bir gramafonda. Kimseye etmem şikayet diyordu Müzeyyen Abla. O da etmedi. Sessizce oturdu camın altına. İçti birkaç yudum, dinledi usluca. Sonra rahatsız etmeden yürümeye devam etti usulca.
Eski evinin önüne vardı. Şöyle bir durup baktı. Başladığın yere döndün gene Cemal. Haydi hayırlısı dedi, anahtarı çevirdi. Anı kokuyordu, anne kokuyordu ev. Ahşap şarkı söylüyordu her adımında. Annesi sanki mutfaktan çıkıp, koşup, sarılacaktı boynuna. Kapadı gözlerini. Sarıldı annesi. Islak saçlarını ve terini silerken azarladı gene. Mızmızlanmıyordu bu kez. Gülümsüyordu annesine. Nasıl özlemişti öptü öptü doyamadı annesine. O annesini çok severdi. Annesi de onu. Babasını hiç tanımadı. Babası da onu...

4 Mart 2012 Pazar

"Ölmeyi Reddeden Adam ve Gözyaşları"



Onu ne kadarınız tanır bilmiyorum ama size beni uzun zamandır hüzünlendiren bir adamdan bahsedeceğim.

Bugün seyirci cezasından dolayı Trabzonspor maçını İnönü'de kadınlar ve çocuklar izledi. İstiklal Marşı okunurken gözleri tribünlere dalan Beşiktaş'ın her daim gülümseyen Portekizli Teknik Direktörü Carlos Carvalhal sessizce ağladı. Neden ağladığını hikayesini bilenler anladı. Onlar da sessizce ağladı. Tıpkı benim yaptığım gibi...

Carvalhal, Türkiye'ye gelmeden önce iki çocuğunu trafik kazasında kaybetti. Bir oğlu olay yerinde ölürken diğeri hastanede kollarının arasında can verdi. Canı çok acıdı, kalbi nasır bağladı. Bir ara her şeyden vazgeçmeyi istedi ama pes etmedi.

Ölmenin kolay olduğu bir zamanda yeniden doğmayı seçti. İki çocuğunun acısını yüreğine gömüp, Beşiktaş’a geldi. Hikayesini takımla yaptığı ilk toplantıda futbolcularına kendisi anlatıp yardım istedi:

"İki oğlumu kaybettikten sonra birçok kez ölmeyi düşündüm. Bana yeniden yaşama şansı verin. Ben buraya ölmeyi reddederek geldim."

İşte bu yüzden bir Galatasaraylı olarak en sevdiğim spor adamı, insan, baba Carlos Carvalhal. Takımı kaybetse de kazansa da kalbimde hep yeri ayrı olacak. O ağladığında benim de gözlerim dolacak...